O gün, bugündü / Feyzi Hepşenkal
Her insanın yaşamında, onun yanı başında yaşamaya devam
eden Nazım Hikmet gibi insanlar olmasa, hayat böylesine yaşamaya değer olmazdı
herhalde.
Düşünsenize, bunalmışsınız, nefes alamaz duruma
gelmişsiniz ve o kulağınıza fısıldıyor:
“insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel, en
gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde...”
Bir anda derlenmez mi, toplanmaz mı insan, bu sözleri
duyduğunda; farklı bir inançla, mücadele hırsıyla kollarını sıvamaz mı?
* * *
Nazım Hikmet ölümsüz insanlardan biri olarak, yaşıyor
bizimle.
Ne var ki, 3 Haziran 1963 günü…
“Her zaman
uyandığımdan daha erken uyandım.
Perdesiz pencereden
doğruca gözüme gelen güneş uyandırmıştı beni. Ev sessizdi. Seni uyandırmak istemediğimden
kalkmadım. On beş dakika kadar geçmişti
herhalde ve sabah postasının kutumuza bırakıldığını işittim, demek ki saat
7:20’ydi.
Posta kutusunun kapağını ses yapıp seni uyandırmasın diye özellikle değiştirmiştim ama sen gene de
her sabah postacının sesine uyanıyordun. Gene öyle
oldu. Birkaç dakika sonra kalktın
ve neredeyse koşar adım kapıya yöneldin.
Önce sana sesleneyim diye düşündüysem de biraz daha şekerleme
yapmaya karar verdim.
Dönmedin.
Bir dakika geçti, iki
dakika...
Sokak kapısını
açtığını işitmiştim ama nedense kuşku
verici bir sessizliğe bürünmüştün ardından.
Birazcık daha yattım.
Ne var ki huzursuz olmuştum. Bir güç beni kalkmaya ve nerede saklandığını bulmaya zorluyordu. Bir şeyler yemek ya
da sigara içmek istemiş olabileceğini düşündüm.
Kalkıp mutfağa
gittim. Orada değildin. Banyonun, sonra
tuvaletin kapısını açıp baktım. Birden dehşete kapılmıştım.
Öyle korkunç bir duyguydu ki sanki kaynar sular dökülüyordu başımdan aşağı...
Koridora yöneldim ve
seni orada, askılığın yanında yerde gördüm.
Sırtın kapıya yaslanmış, elin yere
dayalı, bir ayağın Türk usulü bağdaş kurmuş gibi kıvrık, diğeri serbestçe ileri
uzanmış oturuyordun.
Beyaz yüzün ve
alışılmışın dışında sakin ifadenden, o
dakikada anladım ölmüş olduğunu.”
* * *
Nazım, biricik Vera’sının anlattığı gibi veda ettiğinde
hayata, yeni şiirler, yeni duygular, yeni heyecanlar, umutlar, öfkeler ile
dünyaya, dünyamıza yeni soluklar vermeye de veda etti.
Asıl özlem, asıl acı, yokluk, yoksunluk bu olmalı.
Gerçi o, üzerine düşeni çoktan ve fazlasıyla yapmıştı.
Daha ne yapsın, kendi ölümünü bile yazmıştı:
“Bizim avludan mı kalkacak cenazem?
Nasıl indireceksiniz
beni üçüncü kattan?
Asansöre sığmaz tabut,
merdivenlerse daracık.
Belki avluda diz boyu
güneş ve güvercinler olacak,
Belki kar yağacak
çocuk çığlıklarıyla dolu, belki ıslak asfaltıyla
yağmur.
Ve avluda çöp bidonları duracak her zamanki gibi.
Kamyona, yerli gelenekle
yüzüm açık yükleneceksem,
bir şey damlayabilir alnıma bir güvercinden
uğurdur.
Bando gelse de, gelmese de çocuklar gelecek yanıma,
Meraklıdır ölülere çocuklar.
Bakacak arkamdan mutfak penceremiz.
Balkonumuz geçirecek beni
çamaşırlarıyla.
Ben bu avluda bahtiyar
yaşadım bilemediğimiz kadar.
Avludaşlarım, uzun ömürler dilerim hepinize...”
* * *
O gün, 3 Haziran 1963’tü.
Bugün, o gündür.
Ve o gün bugündür Nazım Hikmet gibi yazan olmadı aşkı,
hasreti ve öfkeyi…
Yorumlar
Yorum Gönder