Gönül Soyoğul-Melek Göregenli / Harika bir İZMİR söyleşisi...
İstanbul
aşk gibi bir şeyse, İzmir derin bir dostluktur!
On yıl önce,
İzmir’in politik tartışmaların odağı olduğu, İzmirliliğin sayfalar dolusu
yazıyı/röportajı doldurdulduğu, kimi zaman kentin sinir uçlarının açıkta
gezdiği… Kimi zaman güzellemelerden baygınlık geldiği, neredeyse çiğdem, boyoz,
domatın ülkenin her köşesine ezberletildiği zamanlarda… ‘İzmir’ konulu bir dizi
röportaj yapmıştım. İstanbul’a yerleşmiş İzmirli gazetecilerden işadamlarına,
bilim insanlarından edebiyatçılara kadar, arada aralar vererek ama hep İzmir’i
sorarak, anlamaya çalışarak…
Köprülerin
altından sular seller geçti elbet on yılda. Gözlerin hep İzmir’de olduğu
politik dönem, Ankara ve özellikle İstanbul’un ‘kale’leri deviren kararıyla,
kenti ‘biricik’ olmaktan çıkardı, işin esprisi, pabucumuz dama atıldı. Şimdi
gözler Ankara’da, asıl olarak da İstanbul’da.
Belki
meselelerimizi daha sakin, daha rasyonel konuşabiliriz düşüncesiyle, ardı
ardına olmasa da İzmir konulu söyleşilerimi yapmaya devam etmek istedim.
Başlangıcı da sosyal psikoloji alanının kıymetli ismi Prof. Dr. Melek Göregenli
ile yaptım. ‘Barış Akademisyenleri’nden olduğu, ‘barış istediği’ gerekçesiyle
üç yıl önce Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Psikoloji Ana Bilim
Dalı'ndaki görevinden ihraç edilen, kısa bir süre önce yargılandığı mahkemede
‘beraat’ eden Melek Göregenli ile kenti, İzmirliliği onun gözlerinden görmek…
Öğrencisi gibi dinlemek… Bilimsel bakışındaki derinliğe bir kez daha hayran
kalmak… Benim için hem çok eğitici, düşündürücü, hem de onun insan sevgisini
dolu dolu hissetmek, aklın ve duygunun birleşiminin insana nasıl olağanüstülük
verdiğini gözlemek, olağanüstüydü. Umarım bu uzun söyleşinin her cümlesinde siz
de bu ‘derin dostluğu’, İzmir’i ‘hezeyansız’ konuşmanın ne denli önemli
olduğunu hissedersiniz…
GÖNÜL
SOYOĞUL: Bir yazımda da altını çizmiştim bu sözün; Calvino ‘Görünmez
Kentler’de der ki, “Bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş
yedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır. Ya da onun
sana sorduğu ve ille de yanıtlamanı beklediği sorudur.” Bu kent Melek
Göregenli’ye hangi soruyu soruyor? Ya siz hangi soruyu sorardınız bu kente?
MELEK
GÖREGENLİ: Kentler, içinde yaşayan herkese başka sorular sorar
sanıyorum; kentlerle kurduğumuz ilişki, en azından, birbirine karşılıklı
sorular sorabilecek kadar aşina olunmuş bir ilişkiyse. Benim İzmir'le
kurduğum ilişki neredeyse 60 yıllık bir ilişki, beni hiç yanıltmamış en
eski arkadaşım o. Birbirimize, ilişkimizin derinliğini sınamak için sorular
sormadan sadece kucaklaşırız. Ne zaman başka bir yere gitsem, döndüğümde
bulutuna, kokusuna, gün batımına, gecesinin ışığına bakarak, özlediğim.
İstanbul, aşk gibi bi şeyse; yoran, acı veren ve fakat bulutlara çıkaran…
İzmir, derin bir dostluktur, sizi hiç yanıltmayan bir kucak… Calvino, kentlerin
asfalt ve binadan, meydanlardan ibaret yerler olmadığını, hayatımızın ta
kendisi olduğunu söylüyor.
SOYOĞUL: Niye
İzmirli olmak özel algılanıyor? İstanbullu ya da Ankaralı olmak değil de niye
İzmir? Ve gerçekten farklı mı?
GÖREGENLİ: İzmirli
olmak, İzmir'de doğmuş olmak değil sadece, İzmirli hissetmek, burada yaşamak
galiba "özel" algılanan, ayırıcı, farklı. Nereden? Türkiye'nin
tamamından. Bu bir klişe galiba ve İzmir'den olmayanlar tarafından üretilip,
İzmirlilerce de benimsenen ve bir şehir kimliği boyutuna dönüşen bir olgu.
İzmirlilerin buna katkısı, başka hangi şehirde olurlarsa olsunlar, genellikle,
yeni mekanı, İzmir'in yerine koyamamak ve bir tür sosyal karşılaştırma yapıp,
İzmir'in diğer şehirlerden farklarını ve özlemlerini sürekli dile getirmek. Bu
konuda yapılan araştırmaların bulguları -kişisel görüşlerim değil- İzmir'in
sakin, yavaş, "modern", seküler, insanların birbirine pek müdahale
etmediği vb. bir kent olarak algılandığını ve İzmir şehir kimliğinin büyük ölçüde
paylaşıldığını ve şehre bağlılığın çok yüksek olduğunu gösteriyor. Bu
özellikler, İzmir'in merkezi bölgeleri, orta-orta-üst ve üst sınıfların
yaşadıkları bölgeler için geçerli olabilir. Benim bir araştırmacı olarak
fikrim, İzmir'in, diğer şehirler gibi heterojen bir şehir olduğu ve İzmir'in
kıyı şeridinin ve merkezinin, diğer büyük şehirlerin bazı bölgeleriyle benzer
özellikler gösterdiği yönünde. Şehirler, doğaları gereği homojen, tekbiçimli
yerler olamazlar. Belki İzmir'in farkı, ona atfedilen özellikleri, bir şehir
kimliği olarak nüfusunun çok büyük bölümünün sahiplenmesi; neresine giderseniz
gidin kimse İzmir’e toz kondurmaz ve kimse geldiği yere dönmek istemez.. İzmir,
herkesi kendine benzetir, uzun süre birlikte yaşayan çiftlerin, arkadaşların
birbirine benzemesi gibi bir şey bu.. Esasen, herkes yaşadığı yere benzer
biraz, belki de İzmir'de biraz daha fazla olan, buna herkesin pek gönüllü
olmasını sağlayan doku.
SOYOĞUL: “İzmir
ve aşk...” Son yerel seçim kampanyasında en çok duyduğumuz ikiliydi. Dikkatimi
çekti, siz aşkı İstanbul için kullandınız, İzmir için ‘derin dostluktur, sizi
hiç yanıltmayan bir kucaktır’ dediniz. Niye aşk değil de dostluk?
GÖREGENLİ: Aşkın
duyduğum en güzel tarifi, İsmet Özel'in büyük şiiri Münacaat'ın bir dizesinde
saklıdır: "..Vakti vardıysa aşkın, onu beklemeliydi/genç olmak
yetmiyordu fayrap sevişmek için/halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın
mazereti/demedim dilimin ucuna gelen her ne ise.” Aşk, hayatın
mazeretidir; bana kalırsa biraz da illüzyondur. Artık olmayan babanın orada
asılı duran ceketinin içinde babanızı görüp hayata katlanmaya devam edebilmek
gibi. Yanılsamadan uyandığınızda geriye kalan sadece cekettir, en iyi
ihtimalle uzun süre içinde babanın kokusunu saklayan. Seçim kampanyaları da
esasen illüzyonlar yaratır; güzeldi, çekiciydi bir kampanya sloganı olarak. Aşk
değil İzmir benim için, bence İzmirlilerin çoğu için de değildir, daha çok
derin dostluktur, çok emek, kalıcı olan sorumluluklar gerektiren ve gerektiğinde
rahatsız edici de olsa hakikati gözünün içine bakarak sana söyleyen bir dost
gibi. İzmir’in hakikatini duyabilmemiz lazım, duymak için de dinleyebilmemiz.
SOYOĞUL: Sizce
İzmir yaşam tarzına bakınca, haz odaklı mı, hedonist mi? Bunun için mi daha az
baskıcı, daha az normatif?
GÖREGENLİ: "Hedonist
ve haz odaklı" olmak için, bu arzuya sahip olmaktan öte, bu hayat
tarzını sürdürebilmek için imkanlara sahip olmak gerek. İzmir nüfusunun
tamamının bu imkanlara diğer şehirlere göre daha fazla sahip olduğunu
söyleyebilmek için, İzmir'de işsizlik oranlarının, gelir dağılımı
eşitsizliklerinin vb. diğer büyük şehirlere benzer -bazen daha fazla-
göstergelerin hiç farkında olmamak gerek. İzmir, örneğin kırsal bölgelerinde
tarımın ve görece hayvancılığın hala yapıldığı, toplu ulaşımın görece ucuz ve
kolay olduğu, kamusal alanlarının herkes için kullanılabilir ve
yapılandırılmamış olduğu, iklim vb. nedenlerle, kentte yaşayan farklı
grupların, dinlenmek ve eğlenmek amacıyla daha kolay sokağa çıkabildiği, hatta
kıyılara, meydanlara, kelimenin tam anlamıyla "yayılabildiği", hala
denizinin, otobanlarla şehirlilerden koparılmadığı bir şehir. Hafta sonları
Konak meydanı, tasarım amacının tam tersine, daha çok yoksulların, elektrik
direklerinin gölgesini bile değerlendirerek piknik yaptıkları yerler.
Kordon’daki çimler her sınıftan insanın yayılabildiği ve tüm kıyı şeridi yer
yer homojen kentli gruplar, yer yer de her gruptan yurttaşlar tarafından
kullanılıyor. Haz alıyorlar gibi gözlüyorum ve bu çok iyi bir şey. Bazen bu
"haz yönelimli ve hedonist" İzmir etiketi, eleştirel bir tonda
kullanılıyor; keşke gerçek olsa, sadece İzmir değil bütün memleket
"haz" için yaşasa, bütün dertler bitip, sıra buna gelmiş olsa.
Üretmek, çalışmak gibi ölçütler açısından bakıldığında İzmir, nesnel
göstergeler bakımından, verili imkanları dahilinde hiç de geri bir yerde değil.
Daha az normatif olması, gruplararası ilişkilerde görece daha az baskıcı olması
ise bence tarihsel olarak çok kültürlü yapısından, kıyı-liman ve ticaret şehri
olmasından kaynaklanıyor. Kuşkusuz, yukarıda söylediğim, "seküler ve
demokrat" kimlik özelliğinin benimsenmesi de bunda rol oynuyor olabilir,
kehanet kendini gerçekleştiriyordur, umarım. İzmir’de de her yerde olduğu gibi
sınıflar var, eşitsizlikler, adaletsizlikler var, yoksulluk var. İzmir’e bakıp
da sadece “haz” görenler, bence sadece Kordon’daki ya da Kıbrıs Şehitlerindeki
kafelerde, restoranlarda otururken, "haz içinde" yaptıkları
gözlemlerden hareket ediyorlar.. Aynı haz yönelimli yaşam tarzı, bütün şehirlerin
orta-üst, üst sınıflarının takıldıkları yerlerde gözlenebilir.
SOYOĞUL: İzmir
üzerine alan çalışmalarınız olduğunu biliyorum, iç göç üzerine bulgularınız ne
mesela?
GÖREGENLİ: İzmir,
birinci sırada Ege Bölgesi'nden, sonra Doğu ve Güneydoğu'dan, son yıllarda
İstanbul, Ankara ve Eskişehir başta olmak üzere orta-orta-üst sınıf göçü alan
bir şehir. Ayrıca "Suriyeliler" başlığı altında genellikle toplanan,
Ortadoğu ve Asya, Afrika ülkelerinden göçler var. 60'lı yıllardaki büyük göç
hareketiyle başlayan, 80 ve 90'larda ivme kazanan, günümüzde de çeşitlenerek
artan bir göçten söz ediyoruz. Şehrin mekansal örgütlenmesinde, genişlemesinde,
semtlerin, ilçelerin nüfus yapılarında bu göç hareketlerinin damgasını açıkça
görebilirsiniz. Çiğli'de Kürtlerin, Kemalpaşa'da Erzurumluların vb. her
bölgenin sosyo-politik kimliğini göçler belirlemiştir. Dolayısıyla farklı
farklı İzmirlilikler'den söz ediyoruz. Basmane ve civarı, yeni göçlerle
kimlikleniyor, belki onlar da bir süre sonra başka İzmirliler olacaklar. İzmir,
zaten bir göç ve göçmenler şehridir. Levantenler, Yahudiler, çok az da kalsalar
Rumlar ve Ermeniler, Yunanistan ve Balkan göçleri, daha erken tarihlerde
Kürtler, yüzyıllardır bu şehri İzmir şehri yapan. Çok ayrıntılı bulgular var
kuşkusuz ama şunu söyleyebilirim:
İzmir,
Türkiye'nin 6 büyük, göç alan şehrinde yaptığım araştırmanın bulgularından
hareketle, göçmenlerin en çok uyum sağladığı ve yaşamaktan mutlu oldukları,
geri dönmek istemedikleri şehir. Şehre bağlılıkları ve şehir kimliğini
benimseme oranları da, şehrin yerlilerinden düşük olsa da, diğer şehirlerin
göçmenlerine göre çok yüksek. Sınıfsal faktörler kuşkusuz etkili,
sosyo-ekonomik koşullar iyileştikçe ve şehirde yaşama süresi arttıkça doyum ve
uyum yükseliyor.
SOYOĞUL: Diyarbakır’da
da alan çalışması yapıyorsunuz, bu iki il tesadüf mü, yoksa arada sizinle
ilgili ya da iki kentle ilgili bir bağ mı var?
GÖREGENLİ: Diyarbakır,
göç araştırmamın 6 şehrinden biri, göçmenlerin ve yerlilerin aynı etnik
kökenden olduğu bir şehir olması bakımından ayırıcı, çok göç alan bir şehir o
da. Çatışmaların, köy boşaltmaların, yerinden edilmelerin ve ekonomik
faktörlerin etkisiyle 90'lardan başlayarak göç alıyor. Kişisel olarak çok
sevdiğim, İzmir'den sonra en sevdiğim şehir ama araştırma sonuçlarına göre
İzmir ve Diyarbakır birbirine çok benzeyen şehirler olarak görünüyor. İkisi de
şehir kimliklerinin öne çıktığı ve içinde yaşayanların -yerli ya da göçmen-
şehre bağlılığının yüksek olduğu şehirler. Ayrıca göçmenlerin entegrasyonu
bakımından da diğer şehirlere göre benzer. Araştırmadan bağımsız olarak bir
benzerlik daha söyleyeyim: İktidarların, yerel yönetimler düzeyinde ne yapsalar
başarılı olamadıkları iki şehir; özellikle yerel yönetimler diyorum, çünkü
şehrin kimliği, yerel yönetimlerin politik kuruluşuyla merkezi olandan daha
ilişkili. Bu durum, bu iki şehre politik olarak da “kale” olma özelliği
yüklüyor.
SOYOĞUL: Son
yıllarda bir de İstanbul ve Ankara’dan bir tür seküler göçten söz ediliyor. Bu
konuda neler gözlemliyorsunuz?
GÖREGENLİ: Bu,
oldukça yeni bir olgu, az sayıda araştırma var. Bu göçün bir boyutu, İzmir’in
merkezinde yükselen yüksek yapılaşmayla görünür olan, genel olarak
“soylulaştırma” diyebileceğimiz kentsel-mekansal politikalar sonucunda bir tür
yeni iş merkezlerine akan ticari göç.. Bu yeni durum şehri nasıl değiştirecek,
trafik yoğunluğu, şehrin siluetinin değişmesi vb. şimdiden gözlediğimiz olgular
dışında nasıl etkileri olacak zamanla göreceğiz, araştıracağız.
İkinci
boyut, kıyı bölgelerine ve kırsal bölgelere dönük göçler. Bu göçler, hem zaten
İzmir’de yaşayanların kırsal bölgelere göçü, hem de İstanbul başta olmak üzere
dışgöçler. Bu iki grubun yerleştikleri yerlerdeki davranış farklarına yönelik
araştırmalar ve gözlemler var. İzmir’in içinden kırsal bölgelere ve kıyılara
göç edenler, yerel dokuya uyum gösterip onun bir parçası olmaya çalışıyorlar
ama diğerleri daha çok kıyıları ve köyleri bir tür “soylulaştırma” eğilimi
içindeler; taş ev çılgınlığı, eğlence anlayışı, iddialı ve yerel olmayan mimari
yaklaşımlar vb. ilk gözlemler.. Emlak ve arsa fiyatlarındaki gerçekçi olmayan
artışlar, özellikle kıyı bölgelerindeki yerel dokuyu ve tarım-hayvancılık
alanlarını tehdit ediyor.
SOYOĞUL: Sizinle
iki yıl önce bianet için yaptığım röportajda, “İzmir’de bir araştırma
yapmıştım… ‘En güvenmediğiniz gruplar kimlerdir?’ diye… ‘Kürtler’ cevabı hiç
öyle orta ya da orta üst sınıf arasından değil de en yoksul kesimlerden çıktı.
Mesela Kürtlere daha çok yakın, en yakın mahallelerde oturanlar Kürtlere
güvenmediklerini söylediler” demiştiniz. Konuyu dağıtmamak için
soramamıştım, şimdi sırası. O araştırmanın sonuçlarını nasıl yorumluyorsunuz?
Bana şaşırtıcı, beklenmedik gelmişti…
GÖREGENLİ: Evet..
En güvenilmeyen kişiler, gruplar olarak ilk sırada “yabancılar-tanımadığım
insanlar” kategorisi çıkmıştı. Bu, bir tür büyük şehir hayatı kategorisi,
doğal. Bu araştırmanın bulguları şu açıdan önemli. Çok sık yayınlanan ve
“Kimlerle komşuluk etmek istemezsiniz” yok “Kızınızın kimlerle evlenmesini
istemezsiniz” gibi soruları olan araştırma sonuçları yayınlanıyor. Ne yazık ki,
bu sorular Dünya Değerler Araştırması gibi uluslararası anketlerde de yer
alıyor. Bu anketlerde gruplar sıralanıyor ve katılımcılardan puanlamaları
isteniyor ve sonuçlar, bir toplumda kimlerin “istenmeyen” “ önyargılı
yaklaşılan” “hoşlanılmayan” gruplar olduğu ilan ediliyor. Her şeyden önce bu
gruplar neye göre belirleniyor, daha belirlenirken zaten bir öngörü yapılmış
olmuyor mu? Ayrıca şöyle bir araştırma hatası söz konusu. Hiç kimse tek bir
kimliğe sahip değildir, hiç kimse sadece Kürt, sadece eşcinsel, Hıristiyan,
Yahudi değildir. “Kürtlerle komşu olmak istemiyorum.” “Gayrımüslimlerle komşu
olmak istemiyorum.” Ayrıca, gerçek hayatta çok düşük olan olasılıkları sanki
verili durummuş gibi sunmak da bir hata. Kaç kişinin bir Yahudi aileyle komşu
olma olasılığı var ya da bir travesti ile?
Biz,
Hollanda’dan bir akademisyenle birlikte bu soruların geçerliliğini test etmek
için karşılaştırmalı bir araştırma yaptık. Hollanda ve Türkiye’de üniversite
öğrencilerinin oluşturduğu benzer özellikteki örneklemlerin yarısına, grupları
vererek, diğer yarısına da açık uçlu olarak “Kimlerle komşu olmak istemezsiniz”
diye sorduk. Grupları verdiğimizde DDA ile benzer sonuçlar bulduk ama açık uçlu
sorduğumuzda sonuçlar bambaşkaydı. Hollandalı gençler “alkolikler, ruhsal
sorunları olanlar” vb. cevaplar verirken, Türkiyeli öğrenciler en çok “Aile ve
akrabalar”la komşu olmak istemiyorlardı. İzmir’de yaptığımız araştırmaya
dönersem, benzer bir durum var. Kürtlerle ilgili somut olumsuz düşünceleri
olanlar, Kürtlerle en benzer koşullarda, yan yana yaşayanlar; aynı ekmek için
rekabet edenler. Kürtler veya Kürt siyasetleri ile ilgili olumsuz-olumlu genel
bakış açıları ise, İzmir’e özgü değil. Her yerdekine benzer dinamiklere bağlı.
SOYOĞUL: İzmir’de
Suriyelilerle ilgili bir alan çalışmanız oldu mu? Olmadıysa da bir sosyal
bilimci olarak, gözlemleriniz neler?
GÖREGENLİ: Oldu..
Araştırmalar yaptım, tezler yönettim.. Türkiye’nin genelinden ve yukarıda söz
ettiğim dinamiklerden farklı değil sonuçlar. Olumsuz tutumların, ayrımcılığın
nedeni, genel olarak zor koşulların gerçek nedenlerine odaklanamamak; göçmenlerin,
-tıpkı iç göçlerle gelenlere yönelik olduğu gibi- zorluklardan sorumlu olduğunu
ve kentlerin “imajı”nı zedelediğini düşünmek. “Geldiler ve şehrin içine
ettiler” cümlesini bütün büyük şehirlerde, Diyarbakır da dahil, duyuyorsunuz.
Suriyeliler konusunda İzmir’de özel olarak var olan bir olumluluk, sivil toplum
örgütleri ve spontan inisiyatiflerin büyük bir dayanışma göstermesi, başka
şehirlerde bu boyutlarda bir dayanışma örgütlenmesi olduğunu gözlemlemiyorum.
SOYOĞUL: Rahmetli
Nuri Bilgin, ‘İzmir cumhuriyet değerlerine daha çok sahip çıkan bir
şehrimiz, birçok yönde daha önde. Bunu yaşam tarzı, cumhuriyetin kurucu
felsefesine uygunluk bakımından söylüyorum; İzmir’in etnik gruplar arasındaki
farklılıkları dikkate almayan bir yapısı var. Bunda geçmişi de çok önemli. Batı
Anadolu’da yaşayanların önemli bir kısmı başka topraklardan gelmiş durumda” demişti
röportajında. Bu görüşe katkınız ne olabilir?
GÖREGENLİ: Sevgili
Hocama “etnik gruplar arasındaki farklılıkları dikkate almayan yapı” dışında
katılıyorum tabii ki.. Şu doğru, etnik gruplarla ilgili önyargıların ve olumsuz
tutumların “ayıp” olduğu konusunda genel bir farkındalık vardır. Kimse açıkça
şunu bunu sevmiyorum demez kolayca. Kemeraltı araştırmamız sırasında bir yaşlı
esnafın, “Kemeraltı’nı İngilizler ele geçirdi” dediğini duyduğumda
inanamamıştım, sorunca anladım ki Kürtlerden söz ediyor. Çok eskiden ilk Kürt
göçlerinde Menemen’de İngiliz tepe denen bir yere yerleşmişler, o nedenle böyle
ifade ediyormuş, ama bu kullanımın altında yatan asıl faktör, grubun asıl adını
gizlemek. Bunun nedeni bir grubun varlığın inkar değil, bunun uygun olmadığını
düşünmesi. Doğulular derler, göçmenler derler vb. İzmir, tarihsel olarak çok
kültürlü bir göçmen şehri doğru ama bu yapı ne sınıfsal, ne coğrafik, ne de gruplararası
önyargı ve ayrımcılıkları ortadan kaldırmaz. Hayatın kendisindeki
eşitsizlikler, avantajlı statülere sahip olanların, ayrıcalıklarını korumak
konusundaki ayrımcı tutumlarını belirliyor İzmir’de ve her yerde.
SOYOĞUL: İzmir,
AKP’nin 18 yıllık iktidarında bütünüyle teslim olmayan bir kent oldu. Sizce
neden?
“ATATÜRK”
BU ŞEHİRDE KURUCU BABADAN BAŞKA DAHA FAZLA BİR ŞEYDİR
GÖREGENLİ: İzmir
genel olarak iktidarlarla pek barışık olmayan bir şehir ama AKP iktidarının
dünya görüşüyle arasında uzlaşmaz bir çelişki var. İzmir, cumhuriyet
değerlerine ve laikliğe özellikle sonuna kadar değer veren bir şehir. İzmir’de
AKP’liler bile, Türkiye’nin genelindeki AKP’lilerden farklıdır. “Atatürk” bu
şehirde, kurucu babadan başka daha fazla bir şeydir; bütün ideolojik anlamından
farklı, temel bir sosyalizasyon figürüdür. Her meyhanede, kafede, kapalı pek
çok mekanda, ofiste, farklı farklı Atatürk resimleri görürsünüz. Bu,
“Kemalist”likten değil, bazıları için öyle olsa da genel olarak Atatürk, modern
hayatın, Batılılaşmanın, laikliğin, cumhuriyetin sembolü olarak, -bütün
eleştiriler saklı olsa da- orada, her yerdedir. Bunu en iyi kendimden
biliyorum. Ortaokuldan beri sosyalist dünya görüşünü benimsiyorum ve politik
görüşlerim, özü itibarıyla hiç değişmedi. Başka şehirlerden arkadaşlarımın
İzmir’de pek çok mekanda Atatürk fotoğrafı görmekten şaşırmalarını teorik
olarak anlıyorum ama hissetmem mümkün değil. Burada, Atatürk’le barışık olmak
için, Atatürkçü olmak gerekmez. İzmir solcu mudur, bu zor soru çünkü sol nedir
diye sormak gerek. Sağ-merkez bir iktidarla ilişkisi böyle olmayabilirdi,
geçmişte olmamış da ama laiklik, galiba kırmızı çizgisi bu şehrin.
SOYOĞUL: Gavur
İzmir sözünü sizce nasıl algılıyor İzmirliler? Sanki bunu bir gurur vesilesi,
bir meydan okuma gibi içselleştirmiş görünüyorlar, ne dersiniz?
GÖREGENLİ: “Gavurluk”,
iktidarın, sanırım sonradan çok pişman olduğu, “dinsizlik” anlamında kullandığı
bir niteleme. İzmirliler için ise, tam da hoşnut oldukları gündelik yaşam
pratiklerinin tümü anlamına geliyor, herkesin dini kendine, dini pratiği de.
İzmir zaten gavur, gavurların mayası, hamurunda var bu şehrin. Çocukken babamın
oruç tutmasa da iftar saatinde evde olmaya çalışmasından, ramazanda
meyhanelerin camekanlarına gazete yapıştırılmasından, oruç tuttuğu ya da tutmadığı
için kimseye baskı yapılmadığından öğrendiğim bir gavurluk hali bu. Keşke her
yer böyle gavur olsa. Biraz da teorik konuşayım..(gülüyor) Bir grubu dışlamak,
gayrı meşrulaştırmak için yaygın-olumsuz bir niteleme kullanıldığında, eğer o
niteleme o grubun içgrup kimliğini pekiştirme işlevine sahipse, tam da istenen
etkinin tersi bir etki yapabilir. O grubun içgrup aidiyetini güçlendirir ve iki
grup arasındaki sınırları kalınlaştırır. AKP, İzmir’le, İzmir kimliğiyle
ortaklıklarını vurgulasa kendisi için daha “hayırlı” bir şey yapmış olurdu,
artık çok geç. AKP’li belediye başkan adaylarının seçim kampanyası fotoğrafları
ayrı bir analizi hak ediyor, komikten de öte.
SOYOĞUL: Seçim
kampanyalarını hepimiz izledik, merak ettim şimdi bu analizi, bizim göremediğimizin
ne olduğunu?
GÖREGENLİ: Olur
mu, mutlaka görmüşsünüzdür, siz de düşünmüşsünüzdür. Şöyle oluyor bence: eğer
olası icraatleri bakımından bir bagajı olan bir aday söz konusu değilse…
(Mesela Binali Yıldırım böyleydi, O'nun iddiası, İzmir'i "uçurmak"
üzerinde temellendiği için çok da parlatılması gerekmedi ki o da içki,
özgürlükler vb. konularda bir sürü laf etti) fotoğraflar içerik ve biçim
olarak adeta "beyazlaştırılıyor". Güler yüzlü, modern, seküler,
Batı'lı hatta artık ne kadar olabilirse yakışıklı "adamlar" haline
getirilmeye çalışıyor adaylar… Sanki daha dün bambaşka yüzlerini bilmiyormuşuz
gibi. Kocaman posterler kentin sokaklarını süslüyor, eğer seçim kazandıracak bu
ise CHP adaylarıyla "beyazlık" yarışına girmek pek akıllıca değil.
Kampanya sürecindeki açıklamalar, samimi, rahat hallerle bu "aniden
oluşmuş fotoşop imaj"ın içi doldurulmaya çalışılıyor. Olmuyor.
SOYOĞUL: Ülkenin
genelinde bir dönüşüm var, insan malzemesi de değişiyor. İzmir de nasibini
alıyor bu durumdan. İzmir hep bir göçmen kenti, sadece gelenlerin kimlikleri
değişiyor ve her önce gelen, sonradan gelene solak, ‘dışarlıklı’ olarak
bakıyor. Bunun yanı sıra özellikle son on yılda çevresine karşı vandal,
çevreye, hayvana karşı duyarsız, özensiz bir kitlenin varlığı görünür oldu.
Trafikte sabırsız/hadsiz/şiddete meyilli insanlar, yolda üzerine yürüyen
yayalar, yediğinin içtiğinin çöpünü olduğu yere bırakanlar vs. Yerel
yönetimlere sosyal psikolog olarak ne önerebilirsiniz kenti daha iyi korumaları
adına? Kente, insana karşı daha duyarlı insanların sayısının artması için yerel
yöneticiler ne yapabilirler? Ya da tüm Türkiye’de yükselen bu ‘yeni insan’
dalgasını değiştirmeye güçleri yetmez mi?
GÖREGENLİ: AKP
iktidarı, neo-liberal politikaları en sert biçimde uygulayarak, sınıflar ve
gruplararası ilişkileri, sermaye sahipleri lehine adaletsizlikleri eşitsizlikleri
daha da arttırarak iyice uzlaşmaz hale getirmekle kalmadı, aynı zamanda
muhafazakar-otoriter kültürel politikaları nedeniyle zihniyet dünyalarımızı hiç
olmadığı kadar sığlaştırdı. İnsancıl değerler iyice aşındı, entelektüel,
sanatsal üretim ve paylaşım artık kıymetli bir çaba olarak görülmüyor; insanı,
diğer insanlara, hayvanlara, doğaya karşı duyarlı saygılı kılan, bunu mümkün
kılan koşullar giderek ortadan kalkıyor. Bütün bu “iyilikler” için uygun
koşullar gerekir, bu niteliklerin desteklendiği, ortak değerler olarak
paylaşıldığı bir toplumsal sözbirliği gerekir; en önemlisi böyle bir hayat
ideolojisi olan bir iktidar ideolojisi gerekir ki medya, eğitim, kamusal alan
politikaları vb. buna göre hizalansın.. Keşke iyilik, insancıl değerler, entelektüel
sanatsal incelik, derinlik, kendiliğinden oluşabilen şeyler olsaydı, öyle
değil. Her şey çok sert artık… Yoksulluk, nitelikli eğitim yokluğu, hukukun hiç
olmadığı kadar ortadan kalkması daha pek çok şey, zaten ideolojik-sistemsel
nedenleri olan mesela kadınlar için, -başka herkes ve her şey için de- hayatın
daha da zorlaşmasına, şiddete, kötülüğe yol açıyor, başka türlüsü olamazdı.
İzmir için de bütün bunlar geçerli, İzmir’de de kadınlar, translar öldürülüyor,
işçiler iş cinayetlerinde öldürülüyor, adlarını anan yok, yani İzmir illüzyonu,
hepimizi bütün bunlar olmuyormuş gibi gülümsetmeye yarar sadece. Ama şöyle bir
avantajımız var: Yerel yöneticiler ve şehirlilerin büyük bölümü bu değerleri ve
ideolojiyi paylaşıyor, beyan ediyorsa hayata geçirmek için niyet çok
güçleniyor. Ama yetmez, somut politikalar ve eylemler gerek. Öncelikle yukarıda
saydığım olumsuz koşulları ortadan kaldırmaya gücümüz yetmese de azaltabiliriz
mesela pozitif ayrımcılık politikalarıyla –kimin için gerektiğini ezberlerle
değil somut bilgilere ulaşarak belirleyerek- şehrin kolaylıklarını, imkanlarını
herkes için ulaşılabilir hale getirmeye çalışarak, merkezden çevreye yayarak.
SOYOĞUL: Şöyle
bir uygulama hatırlıyorum, yoksul mahallelerdeki kadınları, çocukları merkeze
getirerek gezdirmek, bu neye yarar? Mesela, ayrımcılığı azaltmaya hizmet eder
mi?
GÖREGENLİ: Ayrımcılık
sadece birbirimize kötü davranmakta ortaya çıkmaz, kurumsal ayrımcılık diye bir
şey var, şehirlerde çok somut gördüğümüz: Şehrin merkezinden perifere doğru
gidildikçe, yani zenginlikten yoksulluğa doğru coğrafyada ilerleyince, bütün
imkanlar azalıyor, azalmakla kalmıyor, niteliksizleşiyor. Bunu herkes biliyor,
görüyor, sistemik, kalıcı bir ayrımcılık var. Denizi şehrin sırtlarına
götüremezsiniz, şart da değil ama başka her şeyi götürebilirsiniz. Ayrıca
kamusal alanları herkes için daha da girilebilir, ulaşılabilir kılarak, şehrin
farklı grupların karşılaşma imkanlarını arttırabilirsiniz, olabildiği kadar
eşit koşullarda, temas, ayrımcılığı ortadan kaldırmaz ama şehrin herkese ait
olduğu fikrine alıştırır, giderek bunu bir değer haline getirebilir. Çok şey
söyleyebilirim ama dedim ya bu bir dünya görüşü, nasıl bir İzmir hayal
ettiğinizle ilgili.
SOYOĞUL: Başkan
Tunç Soyer sık sık 'Türkiye'nin gözü İzmir'de, İzmir ülkeye örnek
olacak' diyor. Sizce bunun için sosyal psikolojinin katkısına ihtiyaç
var mıdır, neler yapabilir sayın Soyer?
GÖREGENLİ: Bütün
sosyal ve diğer bilimlerin katkısına ihtiyaç var. Umarım bunu, araştırmaların
sonuçlarını göz önüne alırlar. Dahası, politikalarını araştırmalarla ve daha
radikal katılımcılık yöntemleriyle yönlendirirler. İzmir, büyük sosyal
sorunları da olan bir şehir, hep güzelliklerden konuştuk ama. Ezberlerle değil,
somut ihtiyaçları ortaya çıkaracak bilgiye ihtiyaç var. Dahası, bir şehri yönetmek
bence bir şehir ideolojisine sahip olmayı gerektiriyor. Nasıl bir model olacak?
Nasıl bir İzmir, nasıl bir örnek? Pazar günleri Konak Meydanı, Fuar ve bütün
kıyı şeridindeki insanların İzmir’i, üçüncü kuşak gecekonduların İzmir’i için
nasıl bir İzmir arzuluyoruz; keyfi yerinde olanların değil olmayanların da
İzmir’i için ne planlıyoruz? İzmir’de yerel yöneticilerin devrimler, gündelik
hayat devrimleri yapabilmelerinin önünde ciddi bir engel, yukarıda konuştuğumuz
“kale” olma hali biraz da. Ben umutsuz değilim, sanırım biraz zamana ihtiyaç
var daha somut değişimler görmemiz için.
SOYOĞUL: Nasıl
oluyor da ‘kale’ olma hali, İzmir’de hem yerel yöneticiler, hem de yaşayanlar
için; hem avantaj, hem dezavantaj olabiliyor?
GÖREGENLİ: E
çünkü çok açık söyleyeyim, CHP için, yani bir parti olarak, İzmir, kendisinden,
ideolojisinden bağımsız olarak kazanılması neredeyse garanti bir şehir; aday
belirlemesinden tutun, kentin yöneticilerini belirleme süreçlerine kadar her
şey şehrin ihtiyaçları, yerel dinamikleri, bu anlamda bir liyakat anlayışından
çok partiiçi dinamiklere, güç dengelerine göre belirleniyor. Doğal olarak bu
süreç, her yöneticiyi daha baştan bağımlı hale getiriyor ve sonuç “ortalama”
bir şehir yönetimi anlayışı: Eskisi gibi kalsa razıyız, bozmayalım yeter, iyi
bir makyajla razıyız, AKP’ye kaptırmayalım yeter. Bu cümlelerle rahat uyuruz,
şehrin dış mahallelerine gidip bakmazsak daha da iyi uyuruz, ama devrim falan
yapamayız. Her gün, gün batımının önünde bir kapitalist meydan okuma gibi
yükselen İstinyePark siluetine baktığımda nasıl bir saldırı altında olduğumuzu
düşünüyorum. Şunu da söylemek lazım tabii, İzmir nüfus hareketliliğinden çok
çeşitli biçimlerde en çok etkilenen şehirlerden biri. Bir gün bu seçmen
potansiyeli de değişebilir, her şey o kadar da garantide olmayabilir.
SOYOĞUL: ‘İzmir’de
canlı bir entelektüel kültür, geçmişten bu yana hayata geçirilemedi’ gibi genel
bir kanı var. Katılır mısınız? Buna neden olarak İzmirlinin hedonist yaşam
tarzını gösteren sosyal bilimciler de var.
GÖREGENLİ: Bununla
ne kastedildiğini tam olarak anlayamıyorum. Entelektüel kültür denen şey nedir
bilmiyorum. Türkiye’de sanatsal ve kültürel üretim, diğer üretim alanlarında
olduğu gibi İstanbul’da daha çok yapılıyor ve İzmir’e gelindiğinde salonlar
dolup taşıyor. Ayrıca günümüzde her türden entelektüel üretim ve tüketim,
coğrafya hatta mekana bağlı olarak gerçekleşmiyor, dijital bir çağ bu.
Hedonizm, bildiğim kadarıyla sanatsal üretime engel değil destekleyici olabilir
ama İzmir’in hedonizmi de bir öteki şehir efsanesi bence. İzmir, hangi
gerekçelerle, hangi maddi temellere dayalı olarak “entelektüel kültür” üretme
kapasitesine sahip ve bu görevini gerçekleştirmiyor, hakikaten anlamıyorum.
Burası bir Anadolu ticaret-kıyı şehri. Ayrıca kültür ve sanat bir endüstri sonuçta.
Pazar neredeyse orada üretilir. İzmir’de yeşerenler İstanbul’a gidiyor, doğal
olan da bu. Kitap satışları, ötesi okuma oranları vb. kriterler açısından
karşılaştırmalı veriler var mı bilmiyorum. Ama gördüğüm İstanbul ve Ankara’dan
daha az kitapçı yok bu şehirde, nüfusa oranladığınızda ve her yerde kitapçılar
yok oluyor. Yani, diğer atıflarda olduğu gibi bu konuda da somut verilere göre
konuşmak lazım, bilemiyorum bu veriler nelerdir.
SOYOĞUL: ‘İzmir’in
kadınları’ diye bir parantez açarsak… İçini nasıl doldurursunuz?
GÖREGENLİ: Nereye
gitsem, nerelisin dediklerinde İzmirliyim diye cevap verdiğimde aldığım yanıtla
doldururum: “Belli” (gülüyor) Bu “belli”nin içi nasıl doldurulur diye somut
örnekler vereyim. Mesela, bir düğüne gittiniz ve çok oynadınız, “hafif”
İzmirlisinizdir. Çok güldünüz, çok kıkırdadınız “rahat” İzmirlisinizdir. Rahat
giyindiniz, biraz da açık, “müsait” İzmirlisinizdir. Bir kadından
“beklenmeyecek” kadar çok ve rahat lafa karıştınız “şımarık” İzmirlisinizdir ve
nereden geliyorsunuz –mesela başka şehirlerde takside falan- sorusuna da İzmir
diye cevap verdiğinizde her yerde aynı cevabı alırsınız.. ”Ne kadar
şanslısınız..” Evet, güzel olduğunuzu da düşünürler. Bütün İzmirli kadınlar
güzeldir diye düşünürler. Bunu düşünürüm hatta bazen başka şehirlerde merkezi
bir yerde oturup kadınları gözlerim, karşılaştırmalar yaparım. Somut farklar
tabii ki var; emin olduğum, İzmir’de kadınlar bedenleriyle daha barışık ve evet
açık giyinirler, daha renkli bir de. Daha güzeller mi, sanmıyorum, bence
Mardinli kadınlar mesela çok güzel, gözlerine bakmaya doyamazsın. İzmirli
kadınlar güzel görünüyorsa bunun nedeni rahat, güvenli ve daha huzurlu belki
sakin –şehrin havasından- olmaları olabilir ve belki melez olmaları, farklı
göçlerle gelen farklı coğrafyaların renklerini taşımaları.
SOYOĞUL: İzmir'in
cinsel kimliklere karşı bakışı nasıl? 'Senin bir kusurun var ama seni hoş
görüyorum' mü diyor, ya da ne söylüyor bu kent LGBT bireylere?
GÖREGENLİ: Bu
konuda da İzmir, önyargılardan, ayrımcılıktan, nefret suçlarından muaf değil
kuşkusuz. Ama görece olarak cinsel yönelim ve cinsiyet kimliklerine ilişkin hak
örgütleriyle yakından birlikte olduğum için biliyorum, herkes gibi onlar da bu
şehrin sokaklarında daha rahat ve yerel yönetimler örnek uygulamalar
yapıyorlar. Daha fazlasını da bekliyoruz kuşkusuz, her alanda olduğu gibi.
SOYOĞUL: Sizin
hep dezavantajlı bireyler/gruplar için ayrı bir hassasiyet taşıdığınızı
görüyor, izliyoruz yıllardır. Göçmenler, etnik kimlikleri nedeniyle
dışlananlar, cinsel kimlikleri nedeniyle yok sayılanlar… Kişiliğiniz mi,
mesleğiniz mi sizi bu kadar duyarlı kılan? Bu kadar derdi nasıl taşıyorsunuz
gocunmadan?
GÖREGENLİ: Araştırmalarımın
konularını ülkenin sorunlarına çözümler bulmaya katkıda bulunabilmek için seçiyorum,
çünkü sosyal bilimler bunun içindir. Bir ülke düşünün, mühendisler yetiştiriyor
ama insanlar nehirlerden hala sallarla geçiyor, köprü yapmıyorlar.. İşim buydu,
devlet “benimle çalışmayı arzu etmese de” –bu söz beraat etmemizden sonraki,
son numaraları- hala yapıyorum, yaşadıkça da yapacağım, çünkü bilim devlet için
değildir, hizalandığınız şey devlet değil, hayatın ta kendisidir. Duyarlı mıyım
bilmiyorum, çalıştığım her gruptan bende de biraz var ve ben herkesin en az
benim kadar iyi olduğu bir ülkede yaşamak istiyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder